Ad

Güneşin Aydemir etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Güneşin Aydemir etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Anadolunun İklim Bilgeliği

Bu yazı Açık Beyin okuyucuları için Güneşin Aydemir tarafından yazılmıştır ve aynen aktarılmıştır.

Anadolu insanları; ayva çiçeklerine bakarak kışın çetin geçeceğini, karıncaların hareketlerinden yağmurun haberini, dere sularının seslerini dinleyerek yazın kurak ya da sulak olacağını tahmin edebilmişlerdi.

Anadolu’da doğayı okumak ve iklim olaylarına ilişkin gelecekle ilgili tahminlerde bulunmak, yüzlerce belki de binlerce yıllık bir gözlem birikimi ile gerçekleşir. Doğa ile iç içe yaşayan Anadolu insanları, doğanın işaretlerini fark etmiş, gelecekle olan olaylarla bağlarını görebilmiş ve halk takvimlerini oluşturabilmişlerdir. Ayva çiçeklerine bakarak kışın çetin geçeceğini, karıncaların hareketlerinden yağmurun haberini, dere sularının seslerini dinleyerek yazın kurak veya sulak olacağını, denizdeki kayalıklara çarpan dalgaların köpük miktarından patlayacak olan fırtınanın şiddetini tahmin edebilmişler, bu tahminlerle doğaya bağlı üretim ve hasat işlerini planlayabilmişlerdir.

Ay’ın Dünya çevresindeki hareketi ile yeryüzündeki su kütlesi üzerinde oluşan med cezir hareketinin toprakla ve bitkilerle olan ilişkisini görebilmiş, ayın durumuna göre planladığı ekim dikim, odun üretimi, hatta ev yapımı gibi işlerini düzenlemişlerdir.

“Mart Kapıdan Baktırır, Kazma Kürek Yaktırır”
Sadece Anadolu kültüründe değil, pek çok kırsal kültürde de benzerlerine rastladığımız bu örüntü okuma sanatının, dilimize atasözleri ve deyişler şeklinde yansıdığını da görürüz: “mart kapıdan baktırır, kazma kürek yaktırır”, “korkma martın kışından, kork aprilin beşinden, öküzü ayırır eşinden”, “akşam bulutu kızarırsa havayı hoş bil, sabah bulutu kızarırsa sırtını yaş bil”, “yaz kırağısı çorağa, güz kırağısı kurağa delalettir”, “güzün ekilen tohum dört el atılır, üçü biter, biri çürür; yazın ekilen tohum, üç el atılır, biri çürür, ikisi biter” gibi deyiş ve atasözleri bize iklim olayları ile doğadaki işaretlerin birbirine bağlı olduğunu, gelecekte olacak bir olayın emarelerini, iyi gözlemci olduğumuz takdirde bugünden görebileceğimizi anlatır.

Doğanın değişmeyen döngüsel sabitlerini okuyabilme zannettiğimizden daha çok hayati önem taşır. Bu tür okumalar bugünlerde kehanet ya da hurafe gibi görünse de doğanın döngüsel düzenlerini okuyabilme üretimin planlanması, iklim değişikliği, ekosistem çöküşü ve bunlardan kaynaklı açlık, kuraklık gibi küresel krizlerle başa çıkmada büyük önem taşımakta.

Saatli Maarif Takvimi’ni Bilenler El Kaldırsın!
Pek çoğumuzun yaygın olarak bildiği ve kullandığı Saatli Maarif Takvimi bu bilgilerle doludur. Aynı takvimde bulunan Fırtına Takvimi, her yıl hemen hemen aynı zamanlarda gerçekleşen önemli rüzgar ve fırtınaların, yağmurların bir dökümünü vermektedir. Bu takvim halen pek çok denizci tarafından kullanılmakta, isabetli olduğu da ifade edilmektedir.

Halk Meteorolojisi Genelleştirilebilir Mi?
Vakitlerinin çoğunu doğada geçirdikleri ve yaşamlarını doğal sınırlarda, doğanın koşulları ile barış içinde yürütmek zorunda oldukları için bu bilgileri en çok çobanlar derlemiştir. Bu nedenle halk takvimine bazı kaynaklarda çoban takvimi denildiği de görülür.

Bununla birlikte, halk meteorolojisi bilimini oluşturan gözlem ve tahminlerin büyük çoğunluğunun “yerel” nitelikte olduğunu belirtelim. Aralarında genel nitelikte gözlemler olsa da çoğunluğu o bölgede yaşayan insanların gözlemlerinden ve genellemelerinden oluşmaktadır. Ancak iklime dair verilerin devşirildiği mekanlar, zamanlar ve yöntemlerde; kısacası veri kaynaklarında benzerlikler vardır. Örneğin, bölgedeki derelerin akış hızı, bölge bitkilerinin türleri ve çeşitliliği, güneş ve ayın hareketlerinden oluşan gündönümleri, ekinokslar, nevruz, Hıdrellez gibi özel günler gibi.

Elbette bu bilgilerin derlenmesi için kişinin vaktinin çoğunu doğada geçirmesi gerekir. Vakitlerinin çoğunu doğada geçirdikleri ve yaşamlarını doğal sınırlarda, doğanın koşulları ile barış içinde yürütmek zorunda oldukları için bu bilgileri en çok çobanlar derlemiştir. Bu nedenle halk takvimine bazı kaynaklarda çoban takvimi denildiği de görülür. Çobanların veya çiftçilerin derlediği bu bilgiler geçerli bir bilimsel çerçeveye uymadığından bilimsel kabul edilmez. Bu nedenle de bilimsel takvimden, örneğin meteorolojinin takviminden farklı olduğu belli olsun diye “kara düzen takvimi” dedikleri de görülmektedir.

Havayı Koklayan Adam: Salih Amca
Salih Amca ve ona el veren büyük amcası bir yılın içinde bazı zamanların daha büyük bir düzenin küçük bir nüshasını sakladığını fark etmişlerdi. “Ağustos’un yarısı yaz, yarısı kış” özlü sözü boşuna olmasa gerek.

Yıllar önce köylerde halk takvimine dair bu kara düzen bilgilerini araştırmaktaydım. Fethiye’nin Yanıklar Köyü’nde yaşayan, çocukluk ve gençliğini Toroslar’ın Dont Yaylası’nda yörük olarak geçiren Salih Amca ile o yıllarda tanıştım.

Salih Amca, her yıl Ağustos ayının 14’ünde başlayan ve 12 gün süren bir hava gözlemi yapıyor ve bu 12 günden devşirdiği bilgilerle bir yıllık hava tahmininde bulunuyordu. Salih Amca’nın yaptığı gözleme göre her bir gün bir aya, her günün ilk yarısı temsil ettiği ayın ilk 15 gününe işaret ediyordu. Salih Amca, yıl içinde hava olayları açısından en hareketli aylardan biri olan Ağustos’u seçmişti bu bilgileri toplamak için. Daha doğru bir deyişle Salih Amca ve ona el veren büyük amcası bir yılın içinde bazı zamanların daha büyük bir düzenin küçük bir nüshasını sakladığını fark etmişlerdi. “Ağustos’un yarısı yaz, yarısı kış” özlü sözü boşuna olmasa gerek.

Daha sonraları, büyük oranda tutarlılık taşıyan benzer bir yöntemin Kuzey’de Batı Karadeniz’de mart ayında kullanıldığını öğrendim.

Bir Yoğurt Hikayesi: Himmet Amca
“Hıdrellez’e kadar toprak hastadır, dokunulmaz”

Himmet Amca ve ailesi, Kütahya’nın Tavşanlı ilçesinde bir dağ mezrasında yaşıyorlar. Karakeçili yörüklerine mensup bu aile yaklaşık 100 yıl önce yerleşik bir düzene geçmişler. Koyunculuk ve doğadan yaban toplama ile geçimlerini sağlıyorlar. Benim Himmet Amca ile karşılaşmam onun Hıdrellez sabahı yapraklar üzerinden topladığı çiğ ile yaptığı yoğurt mayası damızlığı sebebiyle oldu.

Himmet Amca bana, yoğurt mayasının bir yıl içinde kullanıla kullanıla verimini yitirdiğini, yenilemek gerektiğini, yeni mayanın ilkine de “damızlık” dendiğini anlattı. Damızlık, sütü ilk defa mayalayacak olan mayanın özüydü. Mayanın kendisi değildi. Himmet Amca’ya göre yoğurt damızlığının kaynağı doğaydı ve sadece Hıdrellez sabahı (5 Mayıs’ı 6 Mayıs’a bağlayan gecenin sabahı), gün doğmadan, sabah namazı saatinde çiçeklerin, otların üzerindeki çiğin toplanması ile yapılırdı. Nitekim Hıdrellez sabahı, ben de oradaydım ve hep birlikte sabah namazı vakti kalktık, dualar ettik, Himmet Amca’nın hanımı Arzu Teyze, elindeki kaşıkla otların üzerindeki çiğlerini topladı ve koyunlardan sağdığı ılık süte maya yaptı. Bu karışım, bütün bir yıl kullanacakları mayanın özü olacaktı.

Himmet Amca’ya göre Hıdrellez’de doğaya “bir şey” oluyordu. Hıdrellez’e kadar ormandan dal kesmek, toprağa tohum ekmek, aşılama yapmak ve daha pek çok iş hayırlı olmazdı, zararlı olurdu. “Hıdrellez’e kadar toprak hastadır, dokunulmaz” diyen Himmet Amca, bu durumu bir nevi kadınların adet dönemine benzettiğini de belirtti. Ona göre, Hıdrellez günü olan “bir şey” ile doğa başka bir faza geçmekte, canlanmakta, üretime hazır hale gelmektedir.

Hıdrellez’in sadece ateş yakılıp üzerinden atlanan, gül ağacına dilekler bağlanan, seher vakti denizde veya akan suda yıkanılan bir gün olmadığını, aslında doğanın uyanışı dolayısıyla da kırsalda yaşayan insanların üretimiyle yakından bağlantılı önemli bir gün olduğunu; bu mühim günü kaçırmanın insan için, bütün bir yılı yoğurtsuz geçirmek demek olduğunu anlıyoruz.

Başmakçı’nın Rüzgarları
Afyon Başmakçı’da yaşayan bir çiftçi dostumdan yıllar önce öğrendiğim şu bilgiler önemlidir. O da bu bilgileri bir koyun çobanından öğrendiğini söylemişti.

Bahar ve yaz dönemlerinde Ay yeniyken (batıda iken) ve ilk dördünün ilk yarısındayken yağış olur. Kış dönemlerinde ise bu yağışlar dolunaya yakın ilkdördünün ikinci yarısında yarımaydan sonra gerçekleşir.
Yağışlar rüzgardan sonra olur, onlara yağmur rüzgarı denir.
“Kabayel” baharda güneydoğudan eser. Başmakçı’da toprağı kabarttığı için yerel adı Kabayeldir ya da Kocaçay’ın yönünden geldiği için “dereyel”dir. Sıcak ve nemlidir. Bu yel, bitkileri, toprağı, tomurcukları uyandırır. Nemlidir, çünkü bahar, kara değip gelir. Karı birden eritir. Bu yüzden “kaba yele kar mı dayanır?” denir.
“Aşağıyel” her dönem güneybatıdan eser. Yerel dilde Acıgöl tarafından geldiği için “Gölyeli” de denir. Sıcak eser. Yeni çiçek oluşumunu sağlar. Oluşmuş çiçekleri de meyveye dönüştürür.
Tam kuzeyden esen yelin adı “Yıldız”. Buna “poyraz” ya da “hoyraz” da denir. Soğuk eser ve bütün bitkilerin ve toprağın bünyesindeki suyu çeker, birden kurutur. Çiçekleri döktürür. Bu dönemde yakında sulama yapılmışsa bile poyrazdan hemen sonra sulama tekrarlanırsa verim kaybı azalır.
“Esas poyraz” kuzeydoğudan eser. Bu rüzgarın yerel adı “domuz çömelten”. Hayvanların en güçlüsü, en yağlısı bile bu rüzgarın soğuğu karşısında çömelir.
“Işıklı poyraz” kuzeybatıdan eser. Buna “Homa yeli” de denir. Işıklı denmesinin nedeni Işıklı Gölü tarafından esmesi, Homa denmesinin nedeni bu yönde bu isimde bir yer bulunmasıdır. Soğuk ve şiddetli bir rüzgardır. Işıklı poyraz genelde kışın eser, toprağı soğutur, buz tutturur, kilitler.
Bu bilgileri sığır çobanı bilmez, koyun çobanı bilir. Çünkü sığır çobanı sadece gündüzleri ovadadır. Ama koyun çobanı gece gündüz ovada kalır.

Çoban Takvimi ve İnsan Olmak
Doğaya duyulan saygı ve sevgi, doğadaki canlı cansız her şeyin, her varlığın birbirine bağlı olduğunu kavramımıza, bizden büyük bir gücün varlığını idrak etmemize olanak tanır.

Bu bilginin tezahürünü sadece üretim ve hasat planlamasında değil, atasözleri, yağmur ve güneş duası gibi ritüellerde, nevruz, hıdrellez gibi halk bayramlarında görüyoruz. Kültürümüzü oluşturan öğelerin doğa ile olan doğrudan bağı ve onları okuyabilme yeteneğimiz ölçüsünde bize verilen yaşamı kavrar ve insan olmanın gereklerini yerine getirebiliriz.

Sarıkeçililer’den Cemal Amca, güttükleri keçi sürüsünün, onları çeken develerin önemini şu sözlerle anlatıyor: “Bu hayvanların günahı yok, Bu hayvanlar nereden geçerse orada yağmur yağar. Abaz Dağı’na geldik Çumra’nın, kırkı çıkmamış (kırk gündür yağmur yağmamış), biz geldik, bir yağmur bir güzellik, oh!.Bulutlar, yağmurlar, sular bu hayvanları özlüyor. Bunların günahı yok. Deve tükendi, bereket tükendi. Yağmur da kalmadı. Doğa da kalmadı. Deve bir ilimdir, deve bir hamayilidir. Keçi seslerini, oğlak seslerini, kuzu seslerini, koyun seslerini, yağmurlar bulutlar onları özleyip onların sadakasını veriyor…” diyor.

Doğaya duyulan bu saygı ve sevgi, doğadaki canlı cansız her şeyin, her varlığın birbirine bağlı olduğunu kavramımıza, bizden büyük bir gücün varlığını idrak etmemize olanak tanır. Bu saygı ile bakarız, bu saygı ile üretir ve hasatlarımızı paylaşırız.







YAŞAM KİTABINI OKUMAK

Doğa bilgeliği anlamında kıymetli Güneşin Aydemi tarafından Açık Beyin okuyucularına yazılmış bir makaleyi çok önemli bularak aynen aktarıyoruz;

“İnsanın yegane bilgisi; bir şey bilmediğini itiraf ve tasdik etmektir.”

Aynalı Baba / A’mak-ı Hayal

“Örüntü Bilimi”ni Anlamak
Ben örüntü bilimi dediğim zaman, pek çok kişi bunun ne anlama geldiğini anlamayacaktır. Çünkü örüntü kelimesinin tanımı bile belirsizdir. Sözlük anlamı itibariyle örüntü (ingilizce olarak pattern ki pader yani baba anlamını taşıyan kelime ile akrabadır) kendini tekrarlayan kalıplar olarak ifade edilir. Oysa karmaşık sistemleri araştıran bilimler ve kaos bilimi, olmakta olan herhangi bir olayın daha önce hiç gerçekleşmediği, ve daha sonra da hiç gerçekleşmeyecek bir şekille gerçekleşiyor olduğunu ortaya koyuyor. Buna göre bir olayın veya bir kalıbın, hatta kopyalanmakta olan bir şeklin bile kendini tekrarlaması mümkün değildir.

Örüntü kavramını görünür ögelerle anlatmanın sınırsızlığı, aslında örüntülerin özünde enerjetik düzeyde bir ilişkiler ağı olmasından kaynaklanır. Enerji tahmin edebileceğimiz gibi yaşam sahnesinde beliren ve görünür olan her şeyin arkasındaki “görünmeyen” ama var olduğunu bildiğimiz şeydir. Örüntü bilimi ortaya görünenle ilgili pek çok örnek koyuyor gibi olsa da temelde şeyler, olgular, düşünce ve davranış kalıpları arasındaki görünmeyen ilişkileri, bu ilişkilere dair örnekleri ve en çok da mekanizmayı, bu ilişkilerin olageliş biçimlerini inceler.

Bu yönüyle Türkçe’de sonradan üretilmiş bir kelime olan “örüntü” kelimesi, konunun özünü kapsamlı şekilde anlatmaktadır. Zira söz konusu enerjetik ilişkiler, zamana bağlı olarak her an değişmekte, şeklini ancak tahmin edebildiğimiz, oysa asla emin olamayacağımız bulanık bir geleceğe işaret edecek şekilde gelişmekte, tabir-i caizse örülmektedir. “Kader ağlarını örmektedir” deriz, ilginç değil mi?

Örüntüleri en görünenden en görünmeyene sıralamak ve örnek vermek istesek, bu iki sınır arasına sayısız örnek gelecektir. Etrafımızda olan her ne varsa bir örüntünün parçasıdır. Burada sözü edilen etraf, her şeyi algılayan ve sezen en iç varlığımız olan zihnimiz (ki rasyonel tanımlamada daha iç şimdilik yoktur) in çevrelendiği her yerdir. Bu yönüyle zamana bağlı olarak tarif ettiğimiz, olmakta olan, örüntüler halinde vuku bulmakta olan sonsuz sayıda ve biriciklikteki hadiselerin akışıdır.

Akış, şimdiye kadar hiç olmamış ve bundan sonra da hiç olmayacak ama şu an olmakta olan her şeydir.
Dahası bu her şey birbiriyle bağlantılı şekilde olmaktadır. Akışın dili örüntü dilidir.

Ağaç şeklinde dallananlar, dalga şeklinde dalgalananlar, kum tepesi gibi dizilenler, kar tanesi gibi kristalize olanlar, tohum gibi ölüp dirilenler diye sınıflandırabileceğimiz örüntüler; fiziksel dünyamızda olanlar, bedenimiz, çevremiz, doğa, ekosistem; sosyolojik ve kültürel şekillenmeler, diller ve kurumsal yapılar; inançlara ve öğretilere temel olan olguların hepsinde gözümüze çarpar.

Örüntü ve Örüntüsel Dinamikler
Benim örüntü tanımım şöyle: bir durumu oluşturan tüm etmenleri, bu etmenlerin birbirleriyle olan bağlantılarının ve bağlanma şekillerinin bütününe verilen ad. Sistem dinamik olduğu için zamana bağlı olarak örüntünün göze görünen şekli değişse de, bu değişim belli doğa kuralları çerçevesinde gerçekleştiğinden bütünü değişmez ve teorik olarak tahmin edilebilir. Bir yanıyla zamana bağlı, bir yanıyla zamanı aşkındır, hem de zamana içkindir. Belli bir anda örüntüyü, zuhur eden kısımları yardımıyla fiziksel olarak görebilsek de bu aslında bir yanılsamadır. Örüntü özünde etmenler arasındaki enerjetik ilişkiler nedeniyle, ancak sezilebilir, idrak edilebilir. Bu da bir gözlem birikimi neticesinde olur.

Örüntüsel dinamikler neticesinde ortaya çıkan, beliren şekillere zuhur diyoruz. Bu yönüyle, örüntüler dinamik süreçlerdir ve bu süreçlerin görünür evrendeki uzantıları da zuhurlardır.

Görünür evren dediğimiz, beş duyumuzla algıladığımız her şeydir. Örüntüsel dinamikler ise büyük oranda sezgisel duyularımızla kavrayabildiğimiz süreçlerdir.

Bilim bize yaşamı anlatmaya çalışır. Ama pek çok yönünü araştırma alanına almaz. Biyoloji “canlılığı” inceleyen bilim dalıdır, ancak biyoloji bilimi içinde “can” kavramını en yalın hali ile ele almayız. Bu şimdiye kadar daha çok bilim dışı konuların, metafiziğin ve ezoterik alanın ilgi konusu içine girmiştir. Can kavramına ilişkin pek çok açıklamayı dinsel metinlerde, hatta mitoloji ve masal kitaplarında bile bulabilirsiniz. Ama dört senelik biyoloji eğitiminde konusu “can” olan bir ders yoktur.

Bilimin şu anki metodolojisi kendi kısıtları nedeniyle açıklayamadığı gerçeklikleri yok saymak şeklindedir. Bu gerçeklikler, bilim için ya hurafedir, ya da plasebo etkisidir. Geleneksel bilimin kabul etmesi gereken gerçek plasebo etkisinin de araştırılmaya değer bir yönünün olduğudur ve bunu metodolojisini revize etmeden yapamayacağıdır. Ne mutlu ki Rupert Sheldrake gibi bilim insanları geleneksel bilimin gölgede bırakmayı tercih ettiği bu alanlara ışık tutma cesaretini gösterebilmektedirler. Bu alan yeni bilimin konusudur ve yaşamla ilgili pek çok gizemi boş inanç olmaktan kurtaracaktır.

Misal, bütüncül ve özünde örüntüsel bir tıp yaklaşımı olan Homeopati’de kullanılan preparatlarda (ki bunlara remedy yani deva diyoruz) madde arayan bilimsel metodoloji, anlamlı bir maddeye rastlayamadığı için var olduğunu gözlediğimiz ve pek çok insanı sağlığına kavuşturan etkinin ne olduğunu ölçemeyeceğinden, etkiyi algılayamaz, açıklayamaz (homeopatik preparatlarda etki derecesi geleneksel ilaçlara göre miktarla ters orantılı olarak artar. İlacın etkisi seyretme ile güçlenir. Etkisi yüksek homeopatik ilaç içinde madde, avagadro sayısından daha az miktarda vardır, bu da aslında madde yok demektir). Bu nedenle de bu etkiye plasebo demekle yetinmekte ve homeopatik tedaviyi dışlamaktadır.

Zaman, mekan ve nesneler arasındaki aşkın illiyetleri kuramayanlar için evren, kendilerine karşı bir düzende işler. En başta doğduğumuz anda ölmeye başlarız, yaşam bizleri öldürmektedir. Yaşamda karşılaştığımız kimseler çeşitli durumlarda engeller yaratmaktadır. Bir kuyrukta beklerken önümüze geçmeye çalışmaktadırlar adeta. Olaylara birbirleri arasındaki ilişkilerle birlikte bakamayanlar için başımıza gelen olaylar, hayatımıza giren insanlar acı veya tatlı tesadüflerden ibarettir.

Örüntü bilimi, her an’ı ve o an içinde bizimle iletişime giren her birimi (canlı olsun ya da olmasın) anlamlı kılar. Anlama en çok ihtiyacımız olan bu çağda bize yaşamı okuma cesaretini ve anahtarını verir.


Her Şey Titreşir
Yaşam birbirine çeşitli frekanslarda bağlanan titreşim bağlarından oluşur. Bu bağlar besin zinciri aracılığı ile birbirlerine bağlanırlar. Yani bir alışveriş söz konusudur. Bu, belli bir titreşimdeki herhangi bir oluş halinin kendinden daha yüksek frekanstakine bağlanarak, ondan beslenmesi ve kendini bağlaması, daha düşük frekanstaki oluşlara kendindeki fazlayı aktarması ile işleyen bir ağ yapısıdır. Dolayısıyla sistem her an, taşıdığı en düşük frekansı toplamın frekansını düşürerek nötrlemeye, tamamlamaya çalışır. Bu çabadan yaşam ağı doğar. Daha da önemlisi canlı cansız ayrımı ortadan kalkar. Biraz daha önemlisi, ağ içinde bağlantıda olan her birim, bağlantı kurduğu diğer birimler sayesinde orada durur. Böylelikle varlık yokluk ayrımı ortadan kalkar.

Bilgi Kaynağının Bir Çiçek Gibi Açılımı
Evreni oluşturan bilgi, bütün zaman dilimlerinde (geçmiş, gelecek ve şu anda) ve her yerde ve her nesnede bulunmaktadır. Herhangi bir bilgiyi bizler için değişik kılan tarafı, bizim onu algı ve kavrayış kapasitemizdir. Bu kapasitenin hacmi ve seviyesi hangi düzeyde ise, o oranda bu bilgiyi edinir ve işleme alırız.

Örneğin, bir ağacın yaprağını ele alalım. Bu yaprak bir kişiye ağaçtan bağımsız, yeşil hücrelerden oluşan, hatta tam olarak canlı gibi bile olmayan maddesel bir görünüm iken, kimisine ağacın hava ile temas ettiği organı olarak, kimisine besin zincirinin ilk halkası olarak, kimisine içinde başka pek çok alt sistemi barındıran bir sistemler bütünü olarak, kimisine evrenin büyük bir örüntüsünün zuhuru şeklinde, kimisine de yüce yaratıcı gücün bir tecellisi olarak görünür. Bu fark yaprakla değil, yaprağa bakanın kavrayış kapasitesi ile alakalıdır.

Bu kapasite henüz içine nefes üflenmemiş sönük bir balon gibidir. Bilgi alanlarıyla ilgilendikçe bu balon giderek şişer ve tam kapasitesine kısmetinde varsa erişir. Balonun elastikiyeti, zahiri büyüklüğü ve şişirilme hızı da bu kapasiteye erişebilmesinde önemlidir. Zira hızla şişirdiğiniz bir balon, yavaş şişirilen bir balondan ya daha küçük olacaktır (nefesiniz yetmediğinden) ya da daha önce patlayacaktır.

Her gün yaptığını farkındalıkla yapmaya devam ederken bu rutine düzenli bir değişiklik getirmeyen, yeni bir bilgi eklemeyen hiç kimse yaşamı ve kendini hakkıyla deneyimleyemez.

Yaşam Okulu
Sıradan insanlarız. Ve pekala bizler de yaşamı anlamaya çalışabiliriz. Aslında insanı diğer canlılardan ayıran belki de en önemli özellik olabilir bu: yaşamı anlamaya çalışmak. Bu eylemden geri durmak ise iki sebepten olur ki sonuçları da aynıdır. Birincisi nirvanaya ermek, ikincisi bir ölü olarak yaşamak.

Yaşam ve ona refere edilerek kullanılan ölüm bile tam olarak anlaşılabilmiş değildir. Bilim bu kavramları, açıklayabildiği başka kavramlarla açıklamaya çalışır. Yaşam, kendisine dair her cevabı bulduğunda her sefer “neden” sorusunu sorabileceğimiz kadar zengin bir sorular kümesidir.

Kanımca, bu soruları sorabilecek kadar derinleşme cesareti gösteren zihinler, yaşamı bir okul gibi görürler. Ve yine kanımca her çağın sıradan kişisi kendine şu temel kilit soruları sorarak illaki yola koyulmalıdır:

Doğa nedir?

Canlılık nedir?

Şuur nedir?

İnsan bunun neresindedir?

Ne ki bu yazının müellifi olan bendeniz de bu düşüncelerimi, birbirinden kopmuş pek çok bilginin uzman ve ustalarını bir araya getirdiğimiz Yaşam Okulu’nda* edinmiş ve buraya aktarmış bulundum vesselam.

Yazıyı A’mak-ı Hayal romanından bir cümle ile başlatmıştık, sonunu da öyle getirelim: “bunda şaşılacak ne var? İnsan, en güzel biçime sahiptir. Görmüyor musun ki evrenin bütün biçimleri, farklılık ve çeşitlilikleri bir yana bırakılırsa hepsi de aynı biçime dayanıyorlar. İnsan aklının ortaya çıkardığı geometrik biçimler ve doğanın eşsiz sanatı arasında tam bir ilişki vardır. İşte bu ilişki Âdem’in alemin özü olduğuna ve gerçek yaratıcısıyla maddi ve manevi ilişkisine gösterilebilecek en büyük kanıttır.“

* Yaşam Okulu 2010 yılından bu yana Güneşin Aydemir küratörlüğünde, Bir Tohum Vakfı’nın Kazdağları’ndaki Çamtepe Ekolojik Yaşam Merkezi’nde düzenlenen birer haftalık programlarından oluşan okul. Yaşam Okulu fikri Güneşin Aydemir ve Sinan Canan’ın bir yörük olan Salih Amca’nın (Allah gani gani rahmet eylesin) iklim tahmini yöntemini bilimsel olarak açıklama çabaları sırasında filizlenmiştir. Çok yakında yenilenmiş programı ile AçıkBeyin’de yer alacakmış. Kuşlar öyle söyledi. ;o))

Bu yazı güneşin Aydemir tarafından Açık Beyin için yazılmıştır.


© www.beslersifa.com | Her hakkı sağlıklıdır.
Coded by @suleymancetinx | ile yapılmıştır.