Doğa bilgeliği anlamında kıymetli Güneşin Aydemi tarafından Açık Beyin okuyucularına yazılmış bir makaleyi çok önemli bularak aynen aktarıyoruz;
“İnsanın yegane bilgisi; bir şey bilmediğini itiraf ve tasdik etmektir.”
Aynalı Baba / A’mak-ı Hayal
“Örüntü Bilimi”ni Anlamak
Ben örüntü bilimi dediğim zaman, pek çok kişi bunun ne anlama
geldiğini anlamayacaktır. Çünkü örüntü kelimesinin tanımı bile belirsizdir.
Sözlük anlamı itibariyle örüntü (ingilizce olarak pattern ki pader yani baba
anlamını taşıyan kelime ile akrabadır) kendini tekrarlayan kalıplar olarak
ifade edilir. Oysa karmaşık sistemleri araştıran bilimler ve kaos bilimi,
olmakta olan herhangi bir olayın daha önce hiç gerçekleşmediği, ve daha sonra
da hiç gerçekleşmeyecek bir şekille gerçekleşiyor olduğunu ortaya koyuyor. Buna
göre bir olayın veya bir kalıbın, hatta kopyalanmakta olan bir şeklin bile
kendini tekrarlaması mümkün değildir.
Örüntü kavramını görünür ögelerle anlatmanın sınırsızlığı,
aslında örüntülerin özünde enerjetik düzeyde bir ilişkiler ağı olmasından
kaynaklanır. Enerji tahmin edebileceğimiz gibi yaşam sahnesinde beliren ve
görünür olan her şeyin arkasındaki “görünmeyen” ama var olduğunu bildiğimiz
şeydir. Örüntü bilimi ortaya görünenle ilgili pek çok örnek koyuyor gibi olsa
da temelde şeyler, olgular, düşünce ve davranış kalıpları arasındaki görünmeyen
ilişkileri, bu ilişkilere dair örnekleri ve en çok da mekanizmayı, bu
ilişkilerin olageliş biçimlerini inceler.
Bu yönüyle Türkçe’de sonradan üretilmiş bir kelime olan
“örüntü” kelimesi, konunun özünü kapsamlı şekilde anlatmaktadır. Zira söz
konusu enerjetik ilişkiler, zamana bağlı olarak her an değişmekte, şeklini
ancak tahmin edebildiğimiz, oysa asla emin olamayacağımız bulanık bir geleceğe
işaret edecek şekilde gelişmekte, tabir-i caizse örülmektedir. “Kader ağlarını
örmektedir” deriz, ilginç değil mi?
Örüntüleri en görünenden en görünmeyene sıralamak ve örnek
vermek istesek, bu iki sınır arasına sayısız örnek gelecektir. Etrafımızda olan
her ne varsa bir örüntünün parçasıdır. Burada sözü edilen etraf, her şeyi
algılayan ve sezen en iç varlığımız olan zihnimiz (ki rasyonel tanımlamada daha
iç şimdilik yoktur) in çevrelendiği her yerdir. Bu yönüyle zamana bağlı olarak
tarif ettiğimiz, olmakta olan, örüntüler halinde vuku bulmakta olan sonsuz
sayıda ve biriciklikteki hadiselerin akışıdır.
Akış, şimdiye kadar hiç olmamış ve bundan sonra da hiç
olmayacak ama şu an olmakta olan her şeydir.
Dahası bu her şey birbiriyle bağlantılı şekilde olmaktadır.
Akışın dili örüntü dilidir.
Ağaç şeklinde dallananlar, dalga şeklinde dalgalananlar, kum
tepesi gibi dizilenler, kar tanesi gibi kristalize olanlar, tohum gibi ölüp
dirilenler diye sınıflandırabileceğimiz örüntüler; fiziksel dünyamızda olanlar,
bedenimiz, çevremiz, doğa, ekosistem; sosyolojik ve kültürel şekillenmeler,
diller ve kurumsal yapılar; inançlara ve öğretilere temel olan olguların
hepsinde gözümüze çarpar.
Örüntü ve Örüntüsel Dinamikler
Benim örüntü tanımım şöyle: bir durumu oluşturan tüm
etmenleri, bu etmenlerin birbirleriyle olan bağlantılarının ve bağlanma
şekillerinin bütününe verilen ad. Sistem dinamik olduğu için zamana bağlı
olarak örüntünün göze görünen şekli değişse de, bu değişim belli doğa kuralları
çerçevesinde gerçekleştiğinden bütünü değişmez ve teorik olarak tahmin edilebilir.
Bir yanıyla zamana bağlı, bir yanıyla zamanı aşkındır, hem de zamana içkindir.
Belli bir anda örüntüyü, zuhur eden kısımları yardımıyla fiziksel olarak
görebilsek de bu aslında bir yanılsamadır. Örüntü özünde etmenler arasındaki
enerjetik ilişkiler nedeniyle, ancak sezilebilir, idrak edilebilir. Bu da bir
gözlem birikimi neticesinde olur.
Örüntüsel dinamikler neticesinde ortaya çıkan, beliren
şekillere zuhur diyoruz. Bu yönüyle, örüntüler dinamik süreçlerdir ve bu
süreçlerin görünür evrendeki uzantıları da zuhurlardır.
Görünür evren dediğimiz, beş duyumuzla algıladığımız her
şeydir. Örüntüsel dinamikler ise büyük oranda sezgisel duyularımızla
kavrayabildiğimiz süreçlerdir.
Bilim bize yaşamı anlatmaya çalışır. Ama pek çok yönünü
araştırma alanına almaz. Biyoloji “canlılığı” inceleyen bilim dalıdır, ancak
biyoloji bilimi içinde “can” kavramını en yalın hali ile ele almayız. Bu
şimdiye kadar daha çok bilim dışı konuların, metafiziğin ve ezoterik alanın
ilgi konusu içine girmiştir. Can kavramına ilişkin pek çok açıklamayı dinsel
metinlerde, hatta mitoloji ve masal kitaplarında bile bulabilirsiniz. Ama dört
senelik biyoloji eğitiminde konusu “can” olan bir ders yoktur.
Bilimin şu anki metodolojisi kendi kısıtları nedeniyle
açıklayamadığı gerçeklikleri yok saymak şeklindedir. Bu gerçeklikler, bilim
için ya hurafedir, ya da plasebo etkisidir. Geleneksel bilimin kabul etmesi
gereken gerçek plasebo etkisinin de araştırılmaya değer bir yönünün olduğudur
ve bunu metodolojisini revize etmeden yapamayacağıdır. Ne mutlu ki Rupert
Sheldrake gibi bilim insanları geleneksel bilimin gölgede bırakmayı tercih ettiği
bu alanlara ışık tutma cesaretini gösterebilmektedirler. Bu alan yeni bilimin
konusudur ve yaşamla ilgili pek çok gizemi boş inanç olmaktan kurtaracaktır.
Misal, bütüncül ve özünde örüntüsel bir tıp yaklaşımı olan
Homeopati’de kullanılan preparatlarda (ki bunlara remedy yani deva diyoruz)
madde arayan bilimsel metodoloji, anlamlı bir maddeye rastlayamadığı için var
olduğunu gözlediğimiz ve pek çok insanı sağlığına kavuşturan etkinin ne
olduğunu ölçemeyeceğinden, etkiyi algılayamaz, açıklayamaz (homeopatik
preparatlarda etki derecesi geleneksel ilaçlara göre miktarla ters orantılı
olarak artar. İlacın etkisi seyretme ile güçlenir. Etkisi yüksek homeopatik
ilaç içinde madde, avagadro sayısından daha az miktarda vardır, bu da aslında
madde yok demektir). Bu nedenle de bu etkiye plasebo demekle yetinmekte ve
homeopatik tedaviyi dışlamaktadır.
Zaman, mekan ve nesneler arasındaki aşkın illiyetleri
kuramayanlar için evren, kendilerine karşı bir düzende işler. En başta
doğduğumuz anda ölmeye başlarız, yaşam bizleri öldürmektedir. Yaşamda
karşılaştığımız kimseler çeşitli durumlarda engeller yaratmaktadır. Bir
kuyrukta beklerken önümüze geçmeye çalışmaktadırlar adeta. Olaylara birbirleri
arasındaki ilişkilerle birlikte bakamayanlar için başımıza gelen olaylar, hayatımıza
giren insanlar acı veya tatlı tesadüflerden ibarettir.
Örüntü bilimi, her an’ı ve o an içinde bizimle iletişime
giren her birimi (canlı olsun ya da olmasın) anlamlı kılar. Anlama en çok
ihtiyacımız olan bu çağda bize yaşamı okuma cesaretini ve anahtarını verir.
Her Şey Titreşir
Yaşam birbirine çeşitli frekanslarda bağlanan titreşim
bağlarından oluşur. Bu bağlar besin zinciri aracılığı ile birbirlerine
bağlanırlar. Yani bir alışveriş söz konusudur. Bu, belli bir titreşimdeki
herhangi bir oluş halinin kendinden daha yüksek frekanstakine bağlanarak, ondan
beslenmesi ve kendini bağlaması, daha düşük frekanstaki oluşlara kendindeki
fazlayı aktarması ile işleyen bir ağ yapısıdır. Dolayısıyla sistem her an,
taşıdığı en düşük frekansı toplamın frekansını düşürerek nötrlemeye,
tamamlamaya çalışır. Bu çabadan yaşam ağı doğar. Daha da önemlisi canlı cansız
ayrımı ortadan kalkar. Biraz daha önemlisi, ağ içinde bağlantıda olan her
birim, bağlantı kurduğu diğer birimler sayesinde orada durur. Böylelikle varlık
yokluk ayrımı ortadan kalkar.
Bilgi Kaynağının Bir Çiçek Gibi Açılımı
Evreni oluşturan bilgi, bütün zaman dilimlerinde (geçmiş,
gelecek ve şu anda) ve her yerde ve her nesnede bulunmaktadır. Herhangi bir
bilgiyi bizler için değişik kılan tarafı, bizim onu algı ve kavrayış
kapasitemizdir. Bu kapasitenin hacmi ve seviyesi hangi düzeyde ise, o oranda bu
bilgiyi edinir ve işleme alırız.
Örneğin, bir ağacın yaprağını ele alalım. Bu yaprak bir
kişiye ağaçtan bağımsız, yeşil hücrelerden oluşan, hatta tam olarak canlı gibi
bile olmayan maddesel bir görünüm iken, kimisine ağacın hava ile temas ettiği
organı olarak, kimisine besin zincirinin ilk halkası olarak, kimisine içinde
başka pek çok alt sistemi barındıran bir sistemler bütünü olarak, kimisine
evrenin büyük bir örüntüsünün zuhuru şeklinde, kimisine de yüce yaratıcı gücün
bir tecellisi olarak görünür. Bu fark yaprakla değil, yaprağa bakanın kavrayış
kapasitesi ile alakalıdır.
Bu kapasite henüz içine nefes üflenmemiş sönük bir balon
gibidir. Bilgi alanlarıyla ilgilendikçe bu balon giderek şişer ve tam
kapasitesine kısmetinde varsa erişir. Balonun elastikiyeti, zahiri büyüklüğü ve
şişirilme hızı da bu kapasiteye erişebilmesinde önemlidir. Zira hızla
şişirdiğiniz bir balon, yavaş şişirilen bir balondan ya daha küçük olacaktır
(nefesiniz yetmediğinden) ya da daha önce patlayacaktır.
Her gün yaptığını farkındalıkla yapmaya devam ederken bu
rutine düzenli bir değişiklik getirmeyen, yeni bir bilgi eklemeyen hiç kimse
yaşamı ve kendini hakkıyla deneyimleyemez.
Yaşam Okulu
Sıradan insanlarız. Ve pekala bizler de yaşamı anlamaya
çalışabiliriz. Aslında insanı diğer canlılardan ayıran belki de en önemli
özellik olabilir bu: yaşamı anlamaya çalışmak. Bu eylemden geri durmak ise iki
sebepten olur ki sonuçları da aynıdır. Birincisi nirvanaya ermek, ikincisi bir
ölü olarak yaşamak.
Yaşam ve ona refere edilerek kullanılan ölüm bile tam olarak
anlaşılabilmiş değildir. Bilim bu kavramları, açıklayabildiği başka kavramlarla
açıklamaya çalışır. Yaşam, kendisine dair her cevabı bulduğunda her sefer
“neden” sorusunu sorabileceğimiz kadar zengin bir sorular kümesidir.
Kanımca, bu soruları sorabilecek kadar derinleşme cesareti
gösteren zihinler, yaşamı bir okul gibi görürler. Ve yine kanımca her çağın
sıradan kişisi kendine şu temel kilit soruları sorarak illaki yola koyulmalıdır:
Doğa nedir?
Canlılık nedir?
Şuur nedir?
İnsan bunun neresindedir?
Yazıyı A’mak-ı Hayal romanından bir cümle ile başlatmıştık, sonunu da öyle getirelim: “bunda şaşılacak ne var? İnsan, en güzel biçime sahiptir. Görmüyor musun ki evrenin bütün biçimleri, farklılık ve çeşitlilikleri bir yana bırakılırsa hepsi de aynı biçime dayanıyorlar. İnsan aklının ortaya çıkardığı geometrik biçimler ve doğanın eşsiz sanatı arasında tam bir ilişki vardır. İşte bu ilişki Âdem’in alemin özü olduğuna ve gerçek yaratıcısıyla maddi ve manevi ilişkisine gösterilebilecek en büyük kanıttır.“
* Yaşam Okulu 2010 yılından bu yana Güneşin Aydemir küratörlüğünde, Bir Tohum Vakfı’nın Kazdağları’ndaki Çamtepe Ekolojik Yaşam Merkezi’nde düzenlenen birer haftalık programlarından oluşan okul. Yaşam Okulu fikri Güneşin Aydemir ve Sinan Canan’ın bir yörük olan Salih Amca’nın (Allah gani gani rahmet eylesin) iklim tahmini yöntemini bilimsel olarak açıklama çabaları sırasında filizlenmiştir. Çok yakında yenilenmiş programı ile AçıkBeyin’de yer alacakmış. Kuşlar öyle söyledi. ;o))